Reklam

Yaşadıkları ve yaptıkları normal birilerinin yarım asra sığdırabileceği şeyler değildi....

Yazar Nesrin Aydın’dan, Yaşar Bedri Özdemir ile ‘Edebiyat ve Hayat’ üzerine söyleşi:

Yaşadıkları ve yaptıkları normal birilerinin yarım asra sığdırabileceği şeyler değildi....

Yazar Nesrin Aydın’dan, Yaşar Bedri Özdemir ile ‘Edebiyat ve Hayat’ üzerine söyleşi:

Yaşadıkları ve yaptıkları normal birilerinin yarım asra sığdırabileceği şeyler değildi....
19 Aralık 2018 - 08:50

Yazar Nesrin Aydın’dan, Yaşar Bedri Özdemir ile ‘Edebiyat ve Hayat’ üzerine söyleşi:

Yaşar Bedri Özdemir ile tanışmam uzun yıllar öncesine dayanır. Yaptıklarına şahit olan birisi olarak edebiyatımızın ve hatta birçok sanatın güzel temsilcilerinden, canlı renklerinden birisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ne zamandır kendisiyle edebiyattan politikaya, sinemadan, yaşama kadar uzanan esaslı bir sohbet gerçekleştirmek istiyordum. Onca yoğunluğunun arasına beni de sıkıştırıp, sorularıma verdiği içten ve aydınlatıcı yanıtlar için teşekkür ediyorum.

NESRİN AYDIN: Edebiyata ilgi duyan, onun içinde var olma çabası gösteren özellikle de bu uğurda yıllarını harcayan kalemler Yaşar Bedri Özdemir’in Türk edebiyatı açısından önemini ve değerini çok iyi biliyorlar. Fakat bir de onunla tesadüf sonucu tanışan ya da yeni yeni tanıyan, görünenin dışında da kim olduğunu merak eden genç bir kalem kuşağı var. Onlar gibi edebiyattaki yerinizi ve sizi keşfetmeye çalışanlara Yaşar Bedri Özdemir kimdir biraz anlatır mısınız? Kimdir?

YAŞAR BEDRİ:Bunu söylemek bana düşmez. Hayatımı temaşa ediyorum, arka koltukta oturup kendini izleyen bir seyirciyim. Merak edenler için şunlardan bahsedebilirim.

1956 yılında, Trabzon, Akçaabat’a bağlı, Akçaköy’de doğdum. Uzun yıllar nakkaşlık, ressamlık, yazarlık yaptım. Reklam sektöründe kendi işimde çalıştıktan sonra işçi emeklisi oldum.Son beş yıldır doğduğum köyde yaşıyorum. Yapımcılığını, yönetmenliğini ve görüntü yönetmenliğini yaptığım onun üzerinde çalışmam oldu. Yazdığım kitaplarla ve edebi alandaki kazanımlarımla ilgili bilgiler zaten sosyal medyada aratıldığında herkesin ulaşabileceği bilgiler oldu artık.

NESRİN AYDIN: İlk şiir kitabınız “Bağıracağım”ı lise yıllarında çıkardınız. Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi Türkçe- Edebiyat bölümünden; “Ahmet Muhip Dıranas’ın Şiirinde Kadın” adlı güzel bir lisans tezi ile mezun oldunuz. Sonra 12 Eylül, sizi bekleyen zor yıllar. Bunların sıradan tesadüfler olmadığını düşünüyorum. Sizi edebiyatın, dolayısıyla sanatın içinde var olmaya zorlayan etkenleri merak ediyoruz. Yeteneğinizi ilk ne zaman hissettiniz, edebiyatla yollarınızı kesiştiren o içsel çarpışmadan biraz bahseder misiniz?

YAŞAR BEDRİ. Çok erken oldu. Akşamları babam seçtiği bir romanı sesli okurdu, üvey analıkla kutsal metin gibi dinlerdik. Babamın okumaları hiç bitmesin sabaha kadar sürsün istiyordum. Bir sonraki akşamı iple çekerdim. Kitap büfenin üstündeydi, ayracı aralayıp okuyabilirdim. Akşamı bekliyor, babamın menkıbesine dönüşen metni onun yorumuyla sürdürüyordum.

Kitap ve okuma sevgisinin harcı sanırım böyle atıldı. İlkokul yıllarımda başlayan bu tutku ile harçlığımın tamamını resim defterlerine ve kitaba harcıyordum. Radyolar hayatımızın önemli bir boşluğunu dolduruyordu. Biraz da cebren yani zorlama ile evcimen bir çocuktum. Radyo Tiyatrolarını hiç kaza etmiyordum. Bana sürekli bir haller oluyordu. Dinlediklerimin notlarını alıyor, onların etkisiyle sil baştan kurguladıklarımı metne ve resme dönüştürüyordum.

İlkokul sonlarda başlayan şiir merakımı, ortaokulda yüzden fazla öykü yazma çabamı, naif bir tebessümle geçiyorum. Günlük tutma alışkanlığım o yıllarda başlamıştı. Uzun yıllar sürdürdüm bu alışkanlığımı. Bir şeylerin rutinleşmesi, yani ‘zorundalık’ sıkmıştır beni. Hep ‘yeni şeyler’in izini sürdüm. Buna rağmen bu saçma günce merakım, yirmi yıl kadar günü gününe sürdü, sonra seyrekleşti. Şimdilerde ziyadesiyle canım sıkılınca yazıyorum, bir bakıma çöp tenekesi görevini üstleniyor.

Ortaokul 1.sınıfta siyasi çalkantıların içinde buldum kendimi. Memleket sorunlarını sorun ediyordum. Birkaç arkadaşımla siyasi toplantılara, seminerlere katılıyorduk. Toplumsal çürüme, kültür emperyalizmi, adalet, milliyetçilik gibi kavramlarla yoğruluyordum.

Ortaokulda hep yazdım. Bütün arbedelerden çok sonra ekmek param olacak ‘resim’ yeteneğimi ve heyecanımı öteliyor, arka plana atıyordum.

Lise yıllarımda; kısır döngüne patinaj eden sosyal çalkantıların yanı sıra şiire ve romana ağır mesailer verdim. Trabzon’da çıkan Hizmet Gazetesinde “Yarın Güneş Doğmayacak” isimli romanım tefrika olmuştu. Gazetede haftalık köşem vardı, ‘Yansıma’ üst başlığı ile yazıyordum. Haftada bir gün de gazetede sanat sayfası hazırlıyordum.

Şiirlerim, ısmarlama desenlerim gazete ve dergilerde görünmeye başlamıştı. Hummalı bir çalışma ile yazdığım defterler dolusu hikâye, roman ve birkaç bin şiir karalaması şimdi çok anlamsız geliyor bana.

Serbest şiir erinden uzun bir zaman heceyle yazdım, bir süre âruzu denedim. Bunlar hep lisede oldu.Sonra ilk şiir kitabım “Bağıracağım” geldi.

Lise ikinci sınıfta abuk subuk bir şey daha oldu. Üvey analık kontrolden çıktığıma kanaat getirerek ve beni zaptu rapt altına almak için akrabasından bir kız ile cebren ve hile ile evlendirdi.

Önceleri oyun gibiydi, kızım dünyaya gelince gardım düştü.

Lisede Resim Hocamla (Sezai Çakmakçı) papaz olmuştum, benim resmi ihmal etmeme, ikinci plana atmama çok kızıyordu.

Bu yıllarda motosiklet dizginlenemeyen bedenimin ve çalkantılı ruhumun önemli bir parçası olmuştu. Bacaklarımın arasında devinen metal kısrağım beni herkesten daha iyi anlayan, dünya kirinden inzivama kaçıran en kallavi dostumdu.

Tek oğul olmanın tüm sıkıntılarını yaşadım. Kavgacı, hırçın, sorunları sorun eden yapım babamı korkutuyordu.

70’li yılların ortasında, lise bitince üniversite sınavlarında hayli yüksek puan almıştım.

Zor yıllardı. Her gün bir sürü ölümlü çatışmalardan endişe duyan babam üniversite tahsilim için Trabzon’dan dışarıya çıkmama itiraz etmişti.

Fatih Eğitim’in müdürü puanımı görünce (toplam: 448) beni kaydetmedi, ‘Yazık etme bu puana, git kallavi bir üniversitede oku’ dediyse de babamın talebi ve ısrarı baskın geldi.

Ne kadar asi olsam da; (kabilemin en başına buyruk genciydim) babamı incitme endişesini hep taşıdım. Son sözü o söylerdi.

Girift, karmaşık, boşluğu olmayan bir hayattı. Evliydim ve ekonomik bağımsızlığım önemliydi. Gündüz (babamla) marangozhanede çalışıyor, gece bölümünde okuyordum. Okullu yıllarımda ‘Ezgi Sanat Dergisi’ni çıkardım, 3 sayı çıktı. Sonra ‘Çıkın’ isminde bir dergi daha. Aynı yıllarda hummalı bir şekilde yazıyor, yıllarca bastırdığım yeteneğimin dizginlerini bırakmış, resim yapıyordum. Sergiler açtım.

Bu yıllar okumanın, bilinçlenmenin, akletmenin yanı sıra ülkemizin en kanlı geçtiği kaos yıllarıdır.

Amerika Birleşik (bulaşık) Devletleri ve cuntanın besleyip palazladığı anarşi-terör her eve girmişti. Gençleri; kardeşlerine, babalarına düşman etmiştiler. Darbe yapmak için; yani kardeşlerin, komşuların hatta eşlerin birbirine düşman olup saldırmasını alçakça manipüle ederek, “olgunlaşmayı” bekleyen cunta, kurmaca askeri kaosunu kaza etmiyordu.

Okulun sonunda tezimi hazırladım aynı yıl alınan bir kararla tezler alınmadı. Fakat bana çok sağlam Dranas sevgisi bıraktı.

Derken okul bir ara bitti, Avrupa’ya gittim. (Daha doğrusu hayatımdan endişe eden ablam izin dönüşünde beni kaçırdı.) Üç beş ülke gezdim. Gündem çok yoğundu. Kaos ülkesi Türkiye uçurumun eşiğindeydi. İran’da devrim yapılmış Humeyni iş başına getirilmişti. Ateşi maşayla tutan Bulaşık Devletleri, Saddam’ı İran’ın üzerine haylamıştı. Halkın tapınağı toplu intiharları yaşanmıştı, Tito ölmüştü. Bizi markalaştıran sağ-sol çatışması Hamburg’a bile sıçramıştı.

Türkiye’ye döndüğüm günün gecesi Cuntanın, Çandarlı Halil Paşa cinayetinden sonra her on yılda bir tekrarladığı rutin darbelerinden birini yaşadık.

12 Eylül trajedisi ağır geldi, bellekler resetlendi. Hikayesi çok uzun süren bir sürü zırva ayrıntıdan sonra, Askerliğimi ‘er’ olarak yaptırdılar.

Askerlik sonrası öğretmenlik teşebbüsüm darbe hükümetince; kabul görmedi. Bir daha da talip olmadım.

Kapkara cahil, ‘Cuntabaşı’ Kenan Evren’in korku krallığına aleni “red” oyu vermem sağcısını, solcusunu çok kızdırmıştı.

Uzun oldu. Hiç şüphe yok ki torbamıza koyduğumuzu geviş getiriyoruz.

NESRİN AYDIN: 15 Yıla yakın bir süredir tanıyorum Yaşar Bedri Özdemir’i. Dostluklarını derin yaşadığını ve dostluğunun temelini, insanlara duymak istemediklerini de söyleyebilir olmakla desteklediğini çok iyi biliyorum. Yaşar Bedri dik duruşu olan birisi, öyle ki İstanbul gibi edebiyatın ve yayıncılığın kalbinin attığı bir yerde yaşamıyor olmasına karşın yolu Trabzon’a düşen edebi, sosyal, siyasi kimliği olan çoğu insan, onu ziyaret etmeden geri dönmüyor. Günümüzün daha çok pamuk ipliğine bağlı ya da patlamaya hazır balonlar gibi şişirilen dostluklarını düşünürsek, Yaşar Bedri, zaman zaman aksi ama çevresi tarafından sevilen ve yaptıkları takdir edilen bir insan olmayı nasıl başardı? Dostluğun çoğumuzun bildiği tanımının dışında bir tanımı var mı onun için?

YAŞAR BEDRİ.Fazla tevazu riyadandır derler. Yeterince bilindiğime inanmıyorum. Kimse hakkımda bir şey bilmiyor. Bunu biraz da ben istedim. Paradoks zaten bende başlıyor. Özeleştiri yapacak olursak söylediğiniz gibi çok sevilen biri değilim. Hatta daha da vahimi çok az lâkin sağlam dostum vardır.

İmdi sorunuza gelelim: Bir sosyal takım kavramları harmanlayalım: Birey, halk, hak, ulus, insan, kul, akleden, oğul, arkadaş, emekçi, zanaatkâr, sanatçı, şarlatan…

Envanter uzar gider.

Varoşlarla çevrilmiş mahallede evin tek çocuğu olmak zordu. Sokakta hiç kimseyi arkalamadan; savunmayı ve kavga etmeyi bilmeliydim. Kendime yetmek zorundaydım.

Benim okulum; sokaklar, kahvehaneler, dernekler, söyleşiler, parti mekânları, balıkçılar, esnaflar, pazar yerleri gibi hep sosyal mekânlar olmuştu.

Trabzon’un en mutena semtlerinden Yenimahalle’de geçti çocukluğum. Oyuncaklarımı kendim yapardım. Bir de başımda giyotin gibi üvey analık faktörü vardı. Asalet budalası dindar bir kadındı. Oyun hakkımı hep kısıtladı, yaptığı en iyi şey; Kuran kursu eğitimi aldırdı bana. Alışverişi, pazarlık yapmayı, aldığı yünün rengini beğenmeyip defalarca manifaturacıya gönderir, yemeğimi hazırlatır, makinede evin dikişlerini diktirirdi.

Merakım her şeye vardı: Tohum ekmeyi, ağaç dikmeye, silahla ateş etmeyi, motosikletimin tamirine varıncaya kadar hayat bilgisine dair her türlü pratiği öğrendim. Daha sonraları yağlıboya resme başladığım zaman; üstübeç, sulyen, renkli tozları bezir yağı ile yoğurarak hazırladığım boyalar ile resim yapardım.

Sağlam bir kuşaktık. Farklı ideolojilerde arkadaşlarımla tartışıyor, kozmosu rahatsız ediyorduk.

Her sınıftan insanlarla bir arada oldum, hiç rahatsız olmadan iç içe yaşadım. Yirmi seneden fazla işyerimde reklamcı olarak esnaflık yaptım, halkla ilişkilerim, insanlarla diyalog yöntemlerim gelişti. Bütün bunlar bizim kuşağın yabancısı olmadığı şeylerdi.

Hayatın iniş ve çıkışları, köşeli ve dalgalı süreğenlik bir zaman sonra bize az yanılma payı ile insan sarrafı olmamızı öğretti.

Grilerim olmadı hiç. Pamuk ipliğini koparttım, karbondioksitli balonları patlattım.

Tüm bunları anlatmamın sebebi; dostlukların ne’liği, yaşam hikâyemizin çeşitliliği ile iç içe, doğru oranlı. Yani tecrübe. Yani deneyimler. Biraz da farkındalık.

Sözünü bilmeyen, sözümü anlamayan ötekileşen insanları çok çabuk ayrıştırır, yaşam alanımın dışında bir yerde bırakırım.

İnsanlığın refahı için nicelik değil, nitelik esastır!

NESRİN AYDIN: Dostluk demişken, ülkemizin motosikletli ilk gezginlerindensiniz. Öyle ki, ülkemizi 9 yıl boyunca bir uçtan bir uca gezdiniz. Bu süre içinde çok değişik insanlar ve yerler gördünüz. Gezmenin, yeni yerler ve insanlar keşfetmenin yaşamdaki gerekliliği nedir sizce? O 9 yıllık yaşamın içinden bunları deneyimlemeksizin geçseydiniz bu gün durduğunuz noktada hem ruhen hem de edebiyatınız ve sanatınız açısından istediğiniz kişi olabilir miydiniz?

YAŞAR BEDRİ.Çok daha fazla gezdim. Kitap okuma sevdası gibi motosiklet tutkusu da babamdan kalan mirastı. Üvey analık motosikletten nefret ediyordu, avcı olmamı istiyordu.

Bir iş kazasından sonra Baba mesleğim marangozluğu zaten hiç sevmemiştim. İsa’da sevmediğinden olacak rendeyi, testereyi bırakmış peygamberlik yapmıştı.

Şiirdi, romandı, gazetecilikti hepsi güzel de, akçe edecek bir iş edinmeliydim. Öğretmenliğin keyfini Trabzon Lisesindeki stajyerliğimde çıkarmıştım. Sonrasına değindim. Ressamlık bir iki sene kıt kanaat oyaladı, sergi satışları pek tatmin etmiyordu. Hiç keyif alamadığım sipariş resimlere de akçe amaçlı olduğu için elim varmıyordu.

Karışık bir serüvenin sonunda cami nakkaşlığına, hat işlerine bulaştım. Kazancım çok iyiydi.

Bu yıllarda haftalarca, aylarca motosikletimle hep gezdim. Çadırım, uyku tulumum, küçük tüpüm ve tamir takımım vardı. Bu yıllarda dünya biraz daha tenhaydı, gönlümce avarelik yaptım. Hâlâ da bir ucunu bırakmadığım avareliğimden ödün vermemekte ısrar ediyorum. Bambaşka deneyimdir binicinin kendi rüzgârını yapma eylemi. Bir kişinin az, iki kişinin çok olduğu bir dünyada her sabah, yabancı bir yerde uyanarak başlayan adrenalinle sınırlarda yaşamak.

İki tekerin bulaştırdığı yaşamın kimyası anlaşılması zor, hayli karışıktır.

Bir örnek vereyim; 1988 Temmuzu idi. Ankara, Çubuk yakınlarında ziftte kaymış, sürüklenen motorum 5-6 kaburgamı, omuz kemiğimi falan kırmıştı. Ufak tefek hasarlar da vardı. Ankara Acil, öldü diye kabul etmemişti, Nümune hastanesinin morgunun önüne bırakılmıştım. Öldürmeyen Allah öldürmüyor! 6.gün hastaneden firar edip, motosikletimi tek kolla idare ederek Trabzon’a dönmüştüm.

Yaşadıklarım ve yaptıklarım ‘normal’ birilerinin yarım asra sığdırabileceği şeyler değildi.

Bu yolculuklar elbette arınmama rehber olan terapilerdi.

Bakın sadece bunu herkese tavsiye edebilirim.

NESRİN AYDIN: Motor tutkunuzun ve gezgincilik ruhunuzun hala sönmeyen bir ateşi var. Öyle ki; senaryosunu yazdığınız; “RÜZGÂR BENİ GÖTÜRECEK” adlı sinema filminizle bu tutkuyu beyaz perdeye taşımaya çalışıyorsunuz. Diğer yandan her zaman değişik bakış açıları olan birisiniz. Bu nedenle Yaşar Bedri Özdemir’in anlattıklarında ya da ortaya koyup sergilemeye karar verdiği yapıtlarında, insanlar daha önce fark edemedikleri, hissedemedikleri, göremedikleri, hatta belki de hayal edemedikleri şeylerle yüzleşiyorlar. Onlara bakın burada böyle bir şey var demeyi en iyi bilenlerden birisiniz. Bu sebeple bu motosiklet yol filminin taşıdığı felsefi ruhu çok merak ediyoruz. Bize çekimleri halen devam eden; “RÜZGÂR BENİ GÖTÜRECEK” adlı filminizden, dolayısıyla sinema tutkunuzdan bahseder misiniz?

YAŞAR BEDRİ.Sinema müthiş bir şey. “Sinema sevdası” 8 sene önce haneme biraz rötarla, tekne kazıntısı evlat gibi düştü. İyi de oldu. Belgeseller, klipler, kısa, uzun metraj film çalışmalarım oldu. Yapım akçesinden yoksunluklar, beni gerilla sinemasına zorladı.

Bütçesizlik, projenin; Senaristi, yönetmeni, sanat ve görüntü yönetmenleri, kameramanı, ışıkçısı, sesçisi, set işçisi, kurgucusu hasılı mutfağın her yerindeki elemanı olarak çalışmaya zorladı beni.

Motosiklet yol filmi 4-5 yıllık bir projem. Çekimlerine Trabzon’da başladık. Son ayağımız, kısmet olursa, Haziran 2019’da İzmir’de tamamlanacak.

İnsanlığın masumiyeti ve değer yargıları bozulmuştur. Şiddet ve geçmişin hayaletleri peşimizi bırakmıyor. Metropollerin çürümüşlüğü her yerdedir. Motosikletli adam iç ve dış yolculuğunu sürdürürken; modern zamanların belleğinde sıkışan bilimin de çılgın teknoloji olarak, yitirilen değer yargılarına, masumiyetin imkânsızlığına, muhalif ve azınlıkta olmanın kirlenmesine tanıklık eder.

Santa Prodüksiyon sahibi AHMET SANCAK senaryoyu beğendi, projeyi sahiplendi.Bu kez bir yapımcım vardı. Daha profesyonelce planlamalar yapıyoruz. Deneyimli oyuncular ve teknik kadrolar yükümün çoğunu alacak.

Senaryosunu: “Cabülka” adlı romanımdan ve “SATAŞMA AĞAN YORGUN” adlı gezi kitabımdan esinlediğim bu proje, hayatımı taklit eden otobiyografik bir yol film olmasının yanı sıra Türkiye’de ‘motosiklet eksenli’ ilk uzun metraj filmi niteliğiyle, Türk sineması açısından çok önemliydi.

NESRİN AYDIN: Bir zamanlar dergilerde eleştiri yazılarınızın yayımlandığını biliyoruz. Günümüz edebiyat çevrelerine baktığımızda eleştirmenlik adı altında çoğu esere adeta referans mektubu yazıldığını, eleştiri yerine hak edip etmediğine bakılmaksızın birçok esere övgüler dizildiğini görüyoruz. Hâlbuki eleştiri ne bir eseri kötülemeyi ne de hak etmediği bir aferini ona sunmayı gerektiriyor. Eleştirinin amacı; var olandaki eksik ya da kusurlu yanları, güzel tarafları zedelemeden, muhtemelen yaratıcısının bir sonraki yapıtında gözden kaçırmasını istemediğimiz eksiklikleri, fazlalıkları bulup, tekrarlanmamasını sağlamak olmalı. Buradan yola çıkarsak, sizce ülkemizde eleştirmenim diyerek isimlerinin önüne sıfat koyma cesareti gösterenler meseleye nasıl yaklaşmalılar?

YAŞAR BEDRİ.Eleştirmenin kısmi görevlerini yazdınız. Bu konuda haksızlığa uğradığına inanan herkes bir şeyler yazmayı ihmal etmedi.

Eleştiriyi savaş silahı olarak kullananlar oldu. Zaman zaman kıyametler koptu. Saflar oluştu. Eleştiri yazıları; eleştirenin poetik anlayışından tutun da, yazma amacına kadar ‘öznel’ metinlerdir.

Bu işte bir takım manipülasyonlar var mı? Var!

Ahbap, çavuş, bizim uşak kıyakçılığı var mı? Var!

Bu ironik paslaşmaların ehemmiyeti var mı? Benim açımdan asla yok! Okuma gereğini hissetmem bile.

Benim öngörüm yaptığı işin ne’liğini bilen bir sanatçı ne övgülerle havalara girer, ne de yergilerle keyfini kaçırır.

Binlerce kitabın hiç birini falanca eleştirmen övdü diye alıp okumadım. Hatta merak bile etmedim.

Bu işin nesnellik boyutu yok mu? Sürpriz yumurta oranı çok düşük olsa bile hiç şüphesiz vardır. Birçokları yazılanlardan memnun olmayıp sanatı kurtarma havarisi iddiasıyla eleştirmenliğe soyunur. Bu hep olur. Bir süre sonra eleştirdiği ex’lerin hurdalığında kendi de yerini alır.

Bir de vazgeçilmesi zor çıkar ilişkilerini kaybetmek istemeyenlerin ‘konuşma zaafı.’

Babam rahmetli: “Ayranın olsun sinek Bağdat’tan gelir,” derdi.

Bu arada sınırlı sayıda sürdürülen nesnel eleştiriler açılan yaraları biraz olsun pansuman ederken; eleştiren men, yayıncı, dergici ayağına tezgâh kuran feodal kafalı işportacıların al gülüm, ver gülüm paslaşmaları maalesef…

Birbirlerine mersiyeler donatırlar, iletişim trafikleri sürer. Telefonlar saatlerce susmaz; “Ya kanka bizim falancanın yeni kitabı çıktı, sözün bittiği yerde duruyor. Ben pek beğendim. Sen de birkaç albenili şey çiziktir!”

Eveeet; ‘bu dakka itibarıyla’ kankimiz, kankasına bir kredi borçlanmıştır.

Öznelliğine şimdi borç hanesi de eklendi. Nesnellik iddiasıyla burnundan kıl aldırmayan elleştiren men’in nesnel olma ihtimali ne olabilir?

Aslında bu işi robotlara bırakmak lâzım.

NESRİN AYDIN: Ülkemizde şiir, öykü ve roman dallarında çok sayıda yarışma düzenleniyor ancak bunların en önemlilerinden birisi de Ahmet Hamdi Tanpınar adına düzenlenen öykü yarışması. 2013 yılında, yurt içinden ve yurt dışından toplam 985 eserin katıldığı ve bu nedenle artık uluslararası bir kimlik de kazanmış olan Tanpınar öykü ödülünü; “Rüya Korkusu” adlı eserinizle aldınız. Neler hissettiniz? Çünkü Tanpınar demek Türk edebiyatının kalbi demek adeta.

YAŞAR BEDRİ:Geçmiş zaman içinde farklı yarışmalarda bir hayli kazanımlarım olmuştu. Hilmi Yavuz ‘ödül avcılığı’ olarak eleştirmişti. Çok haklıydı.

Beğenilmek, yeni şeyler bir zaman sonra rutinleşiyor ve anlamını yitiriyor. Hisler bu yitmede hissizleşiyor.

Ödüller ve yeni çıkan kitaplarım gereğinden fazla heyecanlandırmıyor beni.

Yayınevinden gelen kitabımı günlerce kolisinden çıkarıp bakmadığım çok olmuştur. Basılı kitabı görsel olarak incelerim, tashih endişesiyle okumayı ötelerim. Bu işin psikolojik acayipliği.

Tanpınar Hikâye ödülüne gelince; metnin dikkatle okunması halinde kaza kurşunu yemeyeceğine emindim. “Kişi kendin bilmek gibi irfan olmaz” demişler. Yazdığım metinden çok emindim. Orijinaldi, farklıydı, ustalıklıydı. Tanpınar’daki bu sonuç beni şaşırtmamıştı.

NESRİN ERDEM: 19. Yüzyıl edebiyatı dönemini kapatan 3 temel eserden birisi sayılan James Joyce’nin ULYSSES adlı eserini okuduğunuzu ve doyurucu bulduğunuzu biliyorum. Bu eseri okumuş birisi olarak yorumlanmasının ne denli güç olduğunu da biliyorum. Özellikle akademisyen edebiyatçıların ilgi gösterdiği ULYSSES’in ülkemizde tek bir çevirisi var o da Sayın Nevzat Erkmen tarafından yapıldı. Nevzat beyin ULYSSES ile ilk tanışmasını telefonla yaptığım görüşmelerden birinde, bizzat kendisinden dinlemiştim. İrlandalı olan ikinci eşinin hediyesi olarak almış kitabı ve okumaya başladığında anlamsal olarak hakkını veremeyeceğini hissetmiş ve çevirmeye karar vermiş. Bu çeviriyi yaparken İngilizce nüshasının yanı sıra İtalyanca ve İspanyolca çevirilerini de temin etmiş. Üç ayrı dilde aynı anda ve satır satır okuduğu ULYSSES’i Türkçemize en iyi nasıl çevirebilirim endişesini derinden yaşamış. Bir cümlenin hem İngilizce, hem İtalyanca hem de İspanyolca çevirisini yan yana koyup bu üç çeviriden yola çıkarak dördüncü dil olarak ULYSSES’e Türkçeyi giydirmek hiç de kolay olmamış. Ve bu gün Nevzat ERKMEN’in haricinde çevirisinin yapılmadığı, ancak üzerinde çalışıldığı biliniyor… ULYSSES, Yaşar Bedri Özdemir gibi güçlü bir bakış açısı ve dili olan bir edebiyatçı için nedir? Gençlerimizin bu kitabı okurken nelere dikkat etmesini tavsiye edersiniz?

YAŞAR BEDRİ. Başı, ortası, sonu mutlaka olmalı mıydı? Çok saçma. Puantilistler gibi yan yana koyulmuş farklı olguları zihin imgeleminde tamamlamaktadır. Aklı aptal yerine koymak kadar aptalca bir dayatma düşünemiyorum. Kurallar, skolastik kafalar başından beri bulantı vermiştir bana.

Murat Belge çevirisiyle “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi”ni lisede okumuştum. Aynı dönemde: Sartre’ın ‘Bulantı’sını, Faulkner’in “Ses ve Öfke” Romanını, Özellikle Oğuz Atay’ın “Tehlikeli Oyunlar, Korkuyu Beklerken” (genelde Tutunamayanlar’la yatar kalkarlar,) Romanları, Beyaz Mantolu Adam,” J. Landon’ın “Ateş Yakmak,” hikâyelerini okudum. Bu farkındalıklı kitaplar ve başkaları benim dünya görüşüme, edebiyat anlayışıma farklı bir bilinç yolculuğu eklemişti. O zamanlarda Ulysses’in (Ulises) ismini ve zor metin olduğunu okuyordum. Çevrilmesinin imkânsızlığı üzerine görüş birliği vardı. Çok zaman sonra yayınlanınca kendi kitabım çıkmış kadar sevindirmişti beni. Kitap Trabzon’a henüz gelmemişti, bir öğrencim İstanbul’dan getirdi. Kitabı bata çıka okudum. Engebeli arazide motokross yapmak gibi bir şeydi. Tekniği benim için alışıldık idi ve elbette orijinaldi.

O kadar çok hikâye ile yolculuk yaptık ki; bir sürü de ilkel dayatmalar (Modern zamanların en büyük zaafıydı.) Hayat pratiklerimiz böyle mi? Hangi işimiz, hangi hikâyemiz, hangi maceramız kerevetine çıktı ki?

Yarım yamalak hayatlar…

Parçalı, savruk bellek, takla atan bilinçle; Blom, Lynch, Porsukağaçları, Shakaspeare ve ötekiler sıçrayıp romana girmiş ruh ikizlerimdi. İşte bilinç akışı bunu yazıya, söze döktü.

Bu kitabı okumaya karar veren gençler işini zaten biliyordur. Haddim olmaz, onlara asla tavsiyem olamaz. Joyce hesaplaştıklarıyla, kurduğu tuzaklarla ne yaptığını bilen birisi, okuyan aklına mukayyet olsun yeter.

NESRİN AYDIN: Hayata dokunmaktan her zaman hoşlandınız ve hayata sizin kadar dokunamayan insanlara da bu şansı vermek adına, daima sanatın içinde oldunuz. O sanat dallarından birisi de bir kanadı habercilik sayılan belgeselcilik idi. TRT’ye çok sayıda belgesel çektiniz. Bunlardan bazıları “Zamanı Öğüten Taşlar”, “Çobanlar” “Foroz Günlüğü”dür. Görüntülere baktığımızda, doğanın en güzel olduğu zamanları, en güzel ışık verdiği anları ve bir şeyi olağan döngüsü içinde yakalamayı sabırla beklediğiniz, büyük emek sarf ettiğiniz çok belli. Sinemayı ve belgeselciliği edebiyattan ayırıyor musunuz yoksa hepsini bir bütün olarak mı görüyorsunuz? Edebiyatın tüm sanat dallarına etki eden bir gücü olduğundan söz etmek mümkün mü?

YAŞAR BEDRİ.Tespitleriniz isabetli. Kavramsız, imgesiz bir metin olamayacağı gibi, metinsiz bir sinema eserinin olması mümkün değildir. Replikli veya repliksiz her yapımın anlatı karşılığı ve yazılı yazısız hikâyesi vardır.

İşaretler diliyle sözün ete kemiğe bürünme serüveni estetik endişelerle sürdü geldi. Yazının tasdiki, sözün kutsanması, anlatı endişesi ve estetiği biz buna sanat diyoruz.

Sinema tüm sanatları heybesinde toplayan devasa barajdır.Önce işaretler vardı, anlamlı sesler söze evirildi, cümle kurulur oldu, sonra resme dönüşen şekiller. Kımıldayan, hareket eden şekiller. Bu insanlık tarihinde on binlerce yılda tamamlandı.

‘Edebiyat’ yani disipline edilmiş sözlü iletişim, tüm sanatların hatta yaşamın olmazsa olmazı değil midir?

Bir filmin diyalogu, betimlemesi, hikâyesi, son aşamada senaryosunun ‘anaüretim’ dalı değil midir?

Besleyici unsurlara baktığımızda; Fotoğraf ve resim; görselliğin dengesi, rengi ve ışığıdır. Müzik ve doğanın sesleriyle nefesi alır, mimarisiyle mekânsal boşluğu doldurur. Hayat bilgisiyle ilişkilerin ne’liğini irdeler.

Ahmet Uluçay’ın güzel imgesiyle, “Kımıldar!”

Kımıldayan hayattır.

NESRİN AYDIN: Şiir nedir? Herkesçe zaman zaman kaleme alınan mısraların, dörtlüklerin şiir sınıfına girebilmesi için belli özellikleri olmalı mıdır? Günümüzde şiir yazmaya gönül verenlerin kalemlerinde fark yaratmak adına sık sık Arapça ve farsça sözcüklere rastlıyoruz. Bu sözcükler edebi metinlerin içinde şık durabiliyor ancak şiirimiz sizce bunları kaldırabiliyor mu? Ben şiir seven birisi olarak şiirin beni çıkardığı çatışmaya katılmayı, sözcükleriyle çatışmaktan daha doğru buluyorum mesela…

YAŞAR BEDRİ. Yıllardır kafamda ikna olamadığım bir metaforla yoğruşuyorum. Şiir kimdir, ne işe yarar? Ne anlatır? Bir şeyi aleni anlatmak zorunda mıdır?

Estetik diyoruz, logos diyoruz, tam yeri gelmişken dizeye seslerden elbiseler giydiriyoruz… Demek ki bu işin yaşamsal karmaşayı sadeleştiren bir karşılığı var. Şiirin bir ses dizini. (dadacılar ve paradoksçular gibi anlamsız zan edilenlerle birlikte, deneysel ve görsel imgelerle birlikte….) Sözcüklerin hangi dilde yazıldıklarından ziyada ‘söz’ün inşasındaki ses değerleriyle ilgileniyorum.

Sözcüklerin çatışmasından önce şairin kendi iç çatışmasını disipline etmesi gerekiyor.

Bu bağlamda bir zaman önce manifestik bir poetika çalışmasıyla: “Görsel İmge Muhtırası’nı yayınlamıştım. Bana göre radikal bir çıkıştı. Pek farkındalık oluşturmamıştı. Zaten bu işler hep böyle olur. Şiir adına kötü örnekler binlerce beğeni kazanırken, kallavi bir şiirin farkında bile olunmaz. Bana göre ayan, birilerine göre karmaşık ve deli saçması olabilir.

Bu iş Aristo’dan beri tartışılmakta, ‘Poetika’nın fevkinde bir üst metin yazılmayı beklemektedir.

NESRİN AYDIN: 1980 ihtilaline şahit olmuş bir edebiyatçı olarak, bunun öncesinde Deniz Gezmiş’in, Hüseyin İnan’ın Yusuf Arslan’ın idam edilişlerinin toplum üzerinde fırtınalara sebep olduğu 1970’li yıllarda, devletin/cuntanın şiire ve şaire getirdiği kısıtlamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

YAŞAR BEDRİ:Devlet’lerin (Bolşeviklerin dışında. Ki onlar da; rejime ve kendilerine, dolayısıyla diyalektik materyalizme muhalif olanlara aynı işkenceyi ve ötekileştirmeyi reva görmüştür.) estetik adına ne işe yarar pek anlamış değilim.

Deniz Gezmiş’in, Hüseyin İnan’ın Yusuf Arslan’ın derdi ve sorunsalları belagati değil toplumsaldı. Nihat Behram’ın ‘Darağacında üç fidan’ şiiriyle bu Amerika güdümlü saçma idamların eleştirisini yaptığı için yaşadıklarına tanık olmuştuk.

Pisagor, Galileo, Sokrates, Buruno, Hypatia, Ebu Hanife… Gibi üstün insanların kaderlerini kimler belirledi?

Bizim geleneğimizde bu sanatçı kıyımı sürdü geldi. Yunus Emre, Molla Kasım aymazı tarafından sigaya çekilmedi mi? Hallacı Mansur, Nefî, Nesimi kellesini vermedi mi?

İktidar korkağı olanlar, bu hezeyanı şairlere ve yazarlara hep yaşatmışlardır.

Namık Kemal, R.Halit Karay, Ahmet Mithat Efendi, Abidin Dino, Agâh Efendi, Halikarnas Balıkçısı, Ziya Gökalp, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Rıfat Ilgaz, Orhan Kemal, Kerim Korcan, Mihri Belli, Hasan İzzettin Dinamo, Zekeriya Sertel, Aziz Nesin, Attila İlhan, Ahmet Arif, Hüseyin Nihal Atsız, Necip Fazıl Kısakürek ve daha yüzlerce edebiyatçı sürgünle, hapisle, işkenceyle ödüllendirilmedi mi?

Bu cehaletin korkak geleneği günümüzde bile ateşini söndürememiştir.

Ne zaman ki muktedirler; gerçek anlamda inanan, okuyan, liyakatli ve adaletli insanlardan seçilir, bu zulüm, bu hezeyan biter.

NESRİN AYDIN: Günümüz şiiri geçmişteki halk ozanlarımızın, güçlü şairlerimizin şiirleriyle, rubaileriyle beslenebilecek bir alt yapıya sahipken, roman kültürümüzün bu kadar köklü olmadığını biliyoruz. Türkiye de roman 150 yaşında bile değil. Bu da ister istemez roman olarak ne yazıyoruz sorusunu akla getiriyor. Dünya klasiklerini ve çağdaş dünya edebiyatını referans aldığımız gerçeğini yadsımazsak eğer, Türk romancılığını nasıl buluyorsunuz?

YAŞAR BEDRİ:Geleneği besleyen akıl elbette daha şanslıdır. Sorarım, Amerika’nın yüzyıllara dayalı bir altyapısı mı vardı?

Bizde söz sanatı sağlam damardan sürdü geldi. Uygur metinlerinde, destanlarda, Orhun yazıtlarında, Dede Korkut gibi hikâyelerde sınırlı kaynakta günümüze az örnekle taşındı. Genel hatlarla göçebe Türk toplumu… Biz hâlâ yerleşik medeniyet kurmakta zorlanan ulusuz. Haliyle yazılı metinleri, kitabileşmeyi, düşünmeyi sistemle sürdürmeyi İslamiyet’in etkisiyle başlatırız.

Bu girizgahla beraber; divan şiirimiz olsun, tasavvuf şiirimiz olsun, halk şiirimiz olsun, geçiş ve Cumhuriyet dönemindeki şiirimizin zirve şairleri azımsanamayacak kadar çoktur.

Romanımız çok genç olmasına rağmen Bir Ahmet Hamdi Tanpınar, Bir Oğuz Atay birkaç yüzyılda ender yetişebilecek romancılarımızdandır diye düşünüyorum.

Geçenlerde genç bir yazarın alıntılanan metnini okudum. Hayli keyif aldım. Bu iyileşmeyi okur platformunda sağlayabilsek her şey çok daha iyi olacak. Bu işin geleceğine umutla bakıyorum.

NESRİN AYDIN: Yaşar Bedri güzel yürekli bir insan şüphesiz ki, nefes aldığı sürece yapmayı hayal ettiği birçok şey var. Çocukları ve gençleri ayrıca önemsediğini, tavsiyelerde bulunduğunu, yaşadıkları zorluklarda fikrine başvuranları, desteklediğini, yüreklendirdiğini biliyorum. Yaşar Bedri için insan olma yolculuğundaki eğitim nasıl olmalıdır? Boş zamanlarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?

YAŞAR BEDRİ.Sanat, zanaat, ticaret karmaşasıyla yoğrulduk yıllarca. Trabzon’da yaşarken paylaşımlarımız yoğun ve donanımlı olurdu. Kültürel, sanatsal ve düşünsel etkinliklerimiz, tartışmalarımız, yaşam pratiklerimizle sürüyordu. Zaman zaman çok iyi işler çıkarıyorduk. Gel gör ki kalabalıklardan yoruldum. Münzeviliği tercih ettiğimin gerekçeleri anlaşılabilecek şeylerdi.

Resmiyetin tarif ettiği okul modellerinden başka her yerde paylaşımlarımızı sürdürdüğümüz, birkaç kişilerin ve çokların bir araya gelebildiği her sohbet yeri, her mekân okul, bilinçle yapılan her eylem biçimi sağlam eğitimdir.

İnsana yönelik eğitim için korkunç okul binaları, kilise ayin yeri gibi sıralanmış sıralar, bir sürü gereksiz kitaplar yerine her yanı açık tiyatro sahneler/temaşa haneler kurulmalı. Her şey orda konuşulmalı ve yaşanmalı. Meclis orda oluşmalı, açık ve şeffaf olmalı. Beş, altı yüz tane hâlâ ne işe yaradığını bilmediğim gölge piyonlar değil, milletin aslı olmalı. Mahkemeler orda halkın nezdinde gene halkın kararıyla yapılmalı.

Buna benzer insanileşme seferberliği başlatıla bilinir mi? Erken mi? Geç mi? Bilmiyorum.

Böylesi ütopya ve aşkınlıklar akıl sağlığımı sorunlu hale getiriyor.

Beş yıl mı oldu? Daha mı fazla? Sayısal zaman kavramını önemsemez oldum.

Dağ köyünde yaşıyorum. Biraz monotonlaşsa da; kalan zamanımı tamamen sinemaya, sanata, okumaya, yazmaya ihale ettim.

Birkaç gün hiç konuşmadığım oluyor. Şimdilerde ek meşgale edindim. Haftada ikişer gün pilot bir okulun öğrencileriyle tiyatro yapıyoruz. İnsan ilişkilerimizi geliştiriyoruz. İyi şeyler oluyor.

Çay çok önemli. Tütün ve çay. Doktorlar başta olmak üzere kimsenin aramıza girmesine izin vermiyorum. Faroz Limanında, haftada bir akşam sanatçı dostlarla buluşuyorum. Ülkemizin en güzel çay demlendiği yerlerden birisi. Eskinin ve yeninin senteziyle can sıkıntısız sohbet ediyoruz. Uyumlu dörtlüyü yakalayınca iskambil oynuyoruz.

Boş zamanım kalırsa uyuyorum, bol bol film izliyorum. Daha ne olsun?

NESRİN AYDIN: Eğitim sistemimiz öyle kalıplaştırıldı ki, yaptıkları işin kendilerinin dışındakilerce onaylanmasına, bir takım normlara uymasına ihtiyaç duyar hale getirildi gençler… Siz yaratıcılığı törpüleyen her şeye karşısınız yine de genç edebiyatçılara herhangi bir tavsiyede bulunmak ister misiniz sorusuyla söyleşimizi noktalamak istiyor, sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum? İyi ki varsın Yaşar Abi…

YAŞAR BEDRİ. Tavsiye mi? Çok sıkıntılı iş. Akıl hocalığına neden gerek duyulur ki? Kimsenin öğüt dinlemeye vakti olmadığı gibi birilerine öğüt verecek aklım hiç olmadı. Başkalarının hayatına karışma hakkını bize kim veriyor? Kişi kendini herkesten çok daha iyi bilir. Ne yapıp yapmayacağına en sağlıklı şekilde karar verme mercii kalbi ve beynidir. Herkes kendini idare edince sorunlar bertaraf oluyor zaten. Orada ya olursun, iyi şeyleri paylaşırsın, ya da uzak kalırsın akıl sağlığını korursun.

Hallerin bilgiyle, zekâyla, teknik kazanımlarla olabileceğini bilen birisi sorgulayamaz, yargılayamaz, öğüt veremez.

Nasıl bitirirdi eskiler; Vallahu a'lemu bi's-savab.

Yol uzun, kanaat müşkül. Akledenlere, sağlıklı okumayı kutsayanlara, mürekkebi seven herkese selam olsun!

YORUMLAR

  • 0 Yorum