Yaşlı kadın, pencerenin yanında duran eski sandalyeye ağır ağır oturdu.
Sandalye gıcırdadı… Sanki yılların yükünü omuzlarında taşıyordu.
Tam o sırada kapı çalındı.
Kapıyı açtığında karşısında kızı vardı; aceleyle gelmiş, yüzünde hafif bir telaş, elinde telefon.
“Anne nasılsın? Biraz oturayım dedim ama çok kalamam.” dedi.
Kadın tebessüm etti:
“Gel kızım, sandalyeye otur. Bak bugün yine seni bekledim.”
Kızı oturur oturmaz ilk cümleyi duymakta gecikmedi:
“Bizim büyükler derdi ya hani; insan eti ağırdır.”
Kadın gülerek başını salladı:
“Derdiler kızım… Derdiler demek ki gördüklerinden.”
“Ne demek o anne?” dedi genç kadın, merakla.
Yaşlı anne gözlerini uzaklara çevirdi:
“İnsan yaşlandıkça sadece bedeni değil, hatıraları da ağırlaşır.
Dizlerim değil de, içim yoruluyor sanki…
Kimseye yük olmayayım diye susmayı öğreniyorum.”
Kızının gözleri doldu ama fark edilmesin diye başını eğdi.
Annesi konuşmaya devam etti:
“Ama bir şey daha var kızım. En garibi, seni karnımda taşıdığım dokuz ay boyunca sen bana hiç ağır gelmedin…
Ama şimdi ben sana ağır geliyorum.
İşte bunun adı vicdan, merhamet ve vefadır.”
Kız derin bir nefes aldı:
“Anne öyle deme… Ben sadece yoğun olduğum için—”
Yaşlı kadın nazik ama sarsıcı bir gülümsemeyle sözünü kesti:
“Bilirim kızım. İş var, güç var, hayat koşuşturması var…
Kocanla gezeyim, çocuğuma bakayım, işlerim birikmesin dersin…
Bahane boldur.
Ama bil ki, bir anne için kapının çalınması, yüzünün görülmesi bütün dertleri unutturur.”
Kız sessiz kaldı.
Yaşlı kadın sandalyenin kolunu okşadı:
“Biliyor musun kızım… Bu sandalye ömrümün nöbetçisi gibi.
Sen küçükken üzerinde zıplardın, ben kahvaltıyı hazırlarken seni gözümün ucuyla izlerdim.
Okula gittiğinde bu sandalye sensiz kalırdı.
Sonra genç kız oldun, koşturup durdun, sandalyenin tozu arttı.
Şimdi ise bu sandalye benim yalnızlığıma yoldaş.”
Kadın konuşurken, birden kapının yanındaki odadan hafif bir öksürük sesi geldi.
Kız başını uzattı:
“Baba içeride mi?”
Anne başını salladı:
“Her zamanki gibi… Sessizce oturuyor. Hani derler ya, bazı babalar konuşmaz; sadece gölge olur…
Ama o gölge, bir evladı güneşin yakışından koruyan siper gibidir.”
Genç kadın babasına doğru baktı; yaşlanmıştı, omuzları düşmüş, saçları bembeyaz olmuştu.
Bir eli dizinde, diğer eli bastonunda duruyor, kızı görmesin diye gözlerini yere indiriyordu.
Anne devam etti:
“Baban seni okutmak için yıllarca çalıştı kızım.
Ellerinin nasırı geçmedi, sırtındaki ağrı dinmedi.
Sen üniversite kazan diye geceleri bile çalıştı.
Ama şimdi…
‘Baba ağır gelir’ korkusuyla ziyaret edilmeyen bir gölgeye dönüştü.”
Kızın gözlerinden yaşlar aktı.
“Anne… Ben ikinize de haksızlık mı ettim?”
Yaşlı kadın elini kızının yanağına koydu:
“Ben sana küsmem kızım.
Ama bil ki, bir annenin yorgunluğu kamburlaştırır;
bir babanın yorgunluğu suskunlaştırır.
Onların sessizliği bile bir duadır evlatlarına.”
Genç kadın dizlerinin üzerine çöktü; hem annesinin hem babasının ellerini tuttu:
“Ben sizi huzurevinde bırakacağımı mı sanıyorsunuz?”
Anne iç çekti:
“Huzurevi kötü değil…
Evladı olmayan var, evladı uzakta olan var… Onlar ayrı.
Ama evladı yanı başında olup da ‘vaktim yok’ diye uğramayana ne demeli?
Pamuklar gibi bakan da var anne babasına…
Sanki bir çiçeği suluyormuş gibi, sanki nefesini saklıyormuş gibi.
İşte onun adı vicdandır, merhamettir, vefadır.”
Baba o an yavaşça başını kaldırdı.
Sesi kısık, derinden gelen bir buruklukla konuştu:
“Kızım… Biz senden bir şey istemeyiz.
Arada bir gelmen bile yeter…
Biz sadece evladın gölgesini görmek isteriz, yükünü değil.”
Bu sözler genç kadının yüreğine bıçak gibi saplandı.
Başını annesinin dizine koydu:
“Anne… Baba… Bundan sonra daha çok geleceğim. Sizi yalnız bırakmayacağım.”
Anne kızının saçlarını okşarken fısıldadı:
“Bilirim kızım…
Ama bazen bir gün gelmek yetmez.
Bir annenin de bir babanın da kalbi, her gün bir parça evladını bekler.”
Kız başını kaldırdı, gözyaşları hâlâ akıyordu:
“Allah böyle bir sevgiyi boşuna yaratmış olabilir mi?”
Yaşlı anne hafifçe tebessüm etti:
“Peygamber Efendimiz boşuna dememiş kızım…”
“Cennet, annelerin ayakları altındadır.”
(Nesâî, Cihâd 6)
Baba da gözleri dolu dolu ekledi:
“Allah’ın rızası, anne ve babanın rızasındadır.”
(Tirmizî, Birr 3)
Genç kadın ikisinin ellerini iki avucunun arasına aldı:
“Anne… Baba…
Sizin ayaklarınızın altında cennet varsa, ben her gün o cennetin kapısına gelirim.”
Yaşlı anne yavaşça fısıldadı:
“Gel kızım… Çünkü bir gün biz olmayacağız.
Ama bugün buradayız… Bu sandalyede, bu odada, seni bekliyoruz.”
Sandalye bir kez daha gıcırdadı.
Ama bu kez o ses, hem bir annenin hem bir babanın duyulmayan duasıydı.
"Ben Yazar Hilal Canan 'ım Kalbinden Dökülen Son Satırlar
Ve şimdi… Bu satırları yazarken bile, bir evlat olarak kalbimde bir düğüm, boğazımda bir sızı beliriyor.
Her kelime hem annemin yüzünü hem babamın gölgesini hatırlatıyor bana…
Bir yazar olurum, bin hikâye yazabilirim ama anne ve baba kelimesi geçince kalemim titriyor.
Bazen yazarken yaşamadığım sahnelerin bile acısı içime dokunuyor;
gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken bir gerçeği fark ediyorum:
İnsan, anne babasını düşününce sadece hikâye yazmaz…
Yüreğinin içini de yazıya döker.
O yüzden bu satırların her harfi, bir evladın iç çekişi, bir annenin nefesi, bir babanın gölgesi, bir ömürlük vefanın ağırlığıdır.
Ve ben, kalbimdeki bütün sızıyla bilirim ki:
Anne babaya yazılan her kelime, kendimize yazdığımız bir hatırlatmadır.
Bir gün çok geç olmadan kapıyı çal…
Sarıl…
Öp…
Kokla…
Çünkü bazı nefesler giderse geri gelmez.

** 𝓨𝓪𝔃𝓪𝓻 𝓗𝓲𝓵𝓪𝓵 𝓒𝓪𝓷𝓪𝓷 𝓢𝓸𝔂𝓵𝓾 𝓐𝓴𝓽𝓪ş
𝓚𝓪𝓵𝓮𝓶𝓲𝓷𝓭𝓮𝓷**
07.12.2025
Yorumlar
Kalan Karakter: